2012 Avrupa Şampiyonası grup eleme maçında evinde Türkiye ile karşılaşan Almanya, seyirci olarak azınlıkta olduğu maçı farklı kazanmayı bildi.
2012 Avrupa Şampiyonası grup eleme maçında evinde Türkiye ile karşılaşan Almanya, seyirci olarak azınlıkta olduğu maçı farklı kazanmayı bildi.
İşte Maçı Berlin Olimpiyat Stadı’nda takip eden Gazeteci Murat Çelikkafa’nın Berlin izlenimleri…
Elbette futbolda dün yoktur, bugün vardır. Nitekim dün hem futbolcuların hem de taraftarların aklında geçmişteki maçlardan ziyade 2012 Avrupa Futbol Şampiyonası grup eleme karşılaşmasını kazanmak vardı. Maçın ayrıntılarına girmek istemiyorum; malum Almanya 3:0 gibi net bir skorla kazandı ve üç puanı hanesine yazdırmayı başardı. Türkiye ise pozisyon üretmekte ve forvet hattında çoğalmakta muvaffak olamayınca rakibine boyun eğmek zorunda kaldı.
Bu karşılaşmayı asıl ilginç kılan, maç öncesi, sırası ve sonrasındaki manzaralardı. Maçı izlemek için Almanya ve Avrupa’nın değişik bölgelerinden Berlin’e akın eden 40 binin üzerinde Türk, Almanya başkentinin sokaklarını âdeta kırmızı-beyaza boyadı. Maçtan saatlerce önce sokaklarda zafer şarkıları söylemeye başlayan Türk futbolseverlerin “kırmızııı – beyaaaz, en büyüüük Türkiyeee!” şeklindeki tezahüratlarını Almanların büyük bir bölümü tebessüm ve hoşgörüyle karşıladı. Hatta bazı Alman taraftarlar, “Meeesut Ööözil” diye tempo tutup “En iyi Türk futbolcu nasıl olsa bizim takımda oynuyor, o yüzden biz kazanacağız” demek istiyordu sanki.
Mesut Özil (solda) ve Thomas Mueller
Stadyumdaki manzara da sokaktakinden farksızdı. Tüm biletleri satılan yaklaşık 75 bin kişilik Berlin Olimpiyat Stadı’nda Türklerin Almanlara karşı yüzde 60’a 40’lık bir sayısal üstünlüğü vardı. Yani Almanya kendi evinde bir deplasman maçına çıktı. Zaten skor 2:0 olana kadar Almanların hemen hemen hiç sesi soluğu çıkmadı. Nitekim maçtan sonra basın toplantısında konuşan Almanya Teknik Direktörü Joachim Löw de “Bizim için deplasman sayılabilecek bu maçı kazandığımız için çok mutluyum” dedi.
Mesut Özil’in suçu ne?
Karşılıklı hoşgörü ve saygıyı esas alan bu olumlu tabloyu bozan tek şeyse maç sırasında Mesut Özil’in ıslık ve “yuh” sesleriyle Türk taraftarlarca protesto edilmesiydi. Oysa daha birkaç ay önce Dünya Şampiyonası’nda gösterdiği muazzam performans nedeniyle en çok sevinen, onunla gurur duyan kesim Avrupalı Türkler değil miydi? Şimdi ne olmuştu da birden ibre tersine dönmüştü? Tek suçu, hem kalbinin hem de mantığının sesini dinleyerek tercihini Almanya’dan yana kullanmak mıydı?
Mesut, ilk yarıda bu protestolardan fazlasıyla etkilenmiş olacak ki, neredeyse tek olumlu hareket yapamadı. Kendimi bir anda Mesut’un yerine koydum da… Gerçekten çok zor bir durumdu. Aslında Özil sadece son dönemde Almanya’da göçmenler ve İslam diniyle ilgili tartışmalar nedeniyle iyice gerilen ortamın ve bu bağlamda Türk kökenli göçmenlerin içlerinde biriken öfkenin kurbanı oldu; o kadar. Tepki aslında Mesut Özil’in kişiliğine değil, her fırsatta Türkleri ve Müslümanları eleştiren Alman ve Avrupalı muhafazakâr politikacılaraydı. Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla misali…
Heiko Westermann ve Gökhan Gönül
Devre arasında gazeteci arkadaşlarla birlikte kısa bir analiz sohbeti yaptık. Bazı arkadaşlar “Löw, Mesut’u daha fazla yıpratmamak için ikinci yarının başında oyundan alır” tezini öne sürdü. Benim de dâhil olduğum karşı görüştekilerse “Mesut yeterince profesyonel ve mantalitesi güçlü bir futbolcu. Bu protestolar onu daha da motive edecek, ikinci yarıda bambaşka bir Mesut sahada olacak” diyordu. Hatta Özil’in bu ıslıklara golle cevap vereceğini düşünüyordum. Nitekim öyle de oldu… Ne yalan söyleyeyim; Mesut adına o gole çok sevindim. Basın tribünündeki Türk gazeteci arkadaşların büyük bir bölümü de Mesut’u alkışlamak suretiyle onun sevincine ortak oldu ve genç futbolcuya moral vermeye çalıştı.
Taraftardan Hiddink ve Çetin’e veryansın
Maç sonrası Berlinli gazeteci arkadaşımız Erhan Merttürk’le birlikte hemen Türk taraftarların arasına karıştık ve maçla ilgili düşüncelerini almaya çalıştık. İnanın, çoğu ağlamaklıydı: “600 km yol teptim, karşılığı bu olmamalıydı” diye feryat edenlerden tutun da “Tek suçlu, kendi takımlarında bile kadroya giremeyen futbolcuları mili takıma alan Guus Hiddink ve Oğuz Çetin’dir” diyenlere… “Bursaspor’un şampiyonluğunda büyük payı olan Volkan Şen nerede?” diye soranlardan “Valencia gibi bir takımda ilk onbirde oynayan Mehmet Topal niye milli takımda yok?” diyerek son derece yerinde bir tespitte bulunanlara… “Kendi takımlarında bile son dönemde doğru düzgün oynamayan Özer, Sabri, Servet, Semih’in milli takımda işi ne?” diye merak edenlerden tutun “Necip ya da Selçuk İnan gibi oyuncular dururken neden hâlâ 33’lük Aurelio’dan medet umuluyor?” diyerek kadroyu aslında Guus Hiddink’in değil Oğuz Çetin’in yaptığını savunanlara… Hani derler ya, “elçiye zeval olmaz” misali; bize düşen görev bu serzenişleri aktarmak. Gerisi milli takım yetkililerinin bileceği bir iş…
Bu arada maçtan sonra Türk taraftarlara “Mesut Özil’i niye yuhaladınız?” diye de sorduk. Kimileri “Yok ağabey, ben yapmadım” derken kimileri de “Mesut’u diğer takımlara karşı oynarken destekliyoruz ama Türkiye’ye karşı oynarken bunu hazmedemiyoruz” diyerek, protestonun yanlış olduğunu ancak “sürü psikolojisinin” etkisiyle ıslık ve yuhalamalara katıldıklarını açık yüreklilikle itiraf ettiler.
Evlere şenlik anonslar
Alman Futbol Federasyonu yetkilileri, Türk taraftarların rahat ve güvenli bir şekilde maç izleyebilmesi için her şeyi en ince ayrıntısına kadar planlamış. Gerçekten tebrik etmek gerekiyor. Ancak bir nokta vardı ki beni hem çok güldürdü, hem de çok düşündürdü: Gençler Türkçe fakiri! Tamam, bu yeni bir keşif değil belki, ama hiç değilse böyle dev organizasyonlarda boy gösterenlerin daha özenle seçilmesi ve Türkçe konusunda daha fazla gayret göstermesi gerektiği de tartışma götürmez.
Metrodan inip stada doğru yürümeye başladığımızda duyduğum ilk anonsa bir anlam vermeye çalıştım: “Dikkat! Bu bir emniyit çağrısıdır! Uyurudur! Lütfen bunlara uynuz!” Yok yok, maç yorgunluğuyla kelimeleri yanlış yazdığımı falan düşünmeyin. Birkaç kez dinledikten sonra, kızcağızın söylediklerini güçlü bela deşifre edebildim, sonuç az önce aktardığım gibi. Özellikle “uyurudur” kelimesine bayıldım; gerçekten çok yaratıcı olmuş! “Uyarı” ve “duyuru” kelimeleri birleştirilip son derece orijinal (!) bir kelime türetilmiş.
Bir de stadyumdaki Türkçe anonsları yapan iyi niyetli bir genç arkadaş vardı. Ama bazen başarılı olmak için iyi niyet yetmiyor ne yazık ki! Tribünlerde meşale yakan Türk taraftarlara hitaben yapılan anonsta son derece bozuk bir Türkçe ile “Sayın sipor siver, lütfen ateşi (meşale demek istiyor) bırakınız! Bu siportiv deyil. Baaah fiderasyonunuz ciza yir soora” şeklinde yapılan uyuruyu -eee pardon, uyarıyı anlayabilmek için bir de simultane tercüman gerekiyordu. Sanırım arkadaş ya “Türk Malı” dizisindeki “Erman” karakterinin koyu bir hayranıydı ve onun konuşma tarzını taklit etmeye çalışıyordu ya da Alman Federasyonu yetkilileri, sokakta rastladıkları ilk Türk gencini apar topar anons kabinine soktular ve ortaya bu manzara çıktı.
Amacımız, bozuk Türkçe konuştuğu için kimseyi yerin dibine sokmak değil. Sadece Almanya’da yaşayan üçüncü ve dördüncü kuşak gençlerin en önemli sorunlarından biri –hatta belki de en önemlisi olan- dil sorununa dikkat çekmek. Almanya Cumhurbaşkanı Christian Wulff ve Federal Başbakan Angela Merkel’le birlikte maçı izleyen Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan ’ın da umarız bu konu dikkatini çekmiştir ve iki ülke yöneticileri, bu eğitim sorununa acil çözüm bulmak için süratle harekete geçilmesi gerektiğini anlamıştır.
Almanya Başbakanı Angela Merkel (sağda) ve Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan
“Hepimiz kardeşiz, el ele gruptan çıkarız”
“Evinde” oynadığı maçı kaybetmenin üzüntüsünü yaşayan Türk taraftarlar teselli bulmak için soluğu Kreuzberg ve Neukölln’deki çorbacı ve kebapçılarda aldı. Nereden mi biliyorum? Bir grup gazeteci arkadaşla biz de aynı şeyi yaptık da ondan; daha doğrusu yapmaya çalıştık. Almanya’ya gelmiş olanlar bilir: Bu ülkede normalde saat 20’den itibaren hayat neredeyse durma noktasına gelir. Dükkânlar kapanır, sokaklar boşalır, herkes evine çekilir ve akşamın geri kalan bölümü genelde TV karşısında geçirilir. Ama Berlin’in nev-i şahsına münhasır bir yapısı var; Almanya’nın diğer kentlerine pek uymayan, neredeyse “alaturka” diyebileceğimiz bir özelliği… Nöbetçi kuruyemişçiden tutun da gece yarısı çalışan berberine kadar, her türlü hizmet veriliyor. Gecenin bir vakti canınız olmadık Türk yemeklerini ya da tatlılarını çektiğinizde Türklerin yoğun olarak yaşadığı semtlerden birine uğramanız yeterli.
Biz de öyle yaptık ve “Küçük İstanbul”a yani Kreuzberg’e gittik. Kendimi İstiklâl Caddesi’ndeymiş gibi hissettim. Saatler gece 01’i göstermesine rağmen her yer cıvıl cıvıldı. Ve daha da önemlisi iki lokma bir şeyler atıştırabileceğiniz tüm mekânlar tıklım tıklım doluydu. Çivi çiviyi söker misali, mağlubiyetin verdiği acıyı, bol acılı Adana ile bastırmaya çalışıyordu Berlinli Türkler.
Bildunterschrift: Almanya taraftarları üzerinde “Deplasmanda zafer” yazılı bayraklarıyla dikkat çekti.
Bir müddet sonra yer bulmaktan ümidimizi kesip, bir diğer hareketli semt Neukölln’e uzandık. Zor da olsa oturacak bir yerler bulup çorbamızı içmeye başlamıştık ki yan masaya iki Alman genci oturdu. Belli ki onlar da maçtan geliyorlardı ama Türk toplumuna “full entegre” oldukları için galibiyeti Türk lokantasında kutlamakta bir sakınca görmemişlerdi. Gençlerden birinin söyledikleri, beni gerçekten hem çok sevindirdi, hem de çok şaşırttı: “Hepimiz kardeşiz, bu akşam yenildik diye üzülmeyin. Şundan emin olun, bu gruptan el ele çıkıp, 2012 Avrupa Şampiyonası finallerine birlikte gideceğiz.” Hareketli, heyecanlı, yorucu ama her şeye rağmen yine de son derece keyifli Berlin macerasına bundan daha güzel bir final sözü yazılamaz sanırım: “Hepimiz kardeşiz, gruptan el ele çıkarız.” Yazımızı, Alman gencinin bize veda ettiği gibi noktalayalım: Hadi çüs (hoşça kalın)!
Berlin izlenimlerini bizle paylaşan Gazeteci Murat Çelikkafa’ya teşekkür ederiz